Ömer Lütfi Akad ve Vesikalı Yarim Filmi Üzerine

Ömer Lütfi Akad Üzerine

Filmden bahsetmeden önce, filmin yönetmeni Ömer Lütfi Akad hakkında bir şeyler paylaşmak isterim. 1952 yılına kadar Türk sinemasında dekor olarak hep tiyatro sahnesi kullanıldı. Akad, 1952 yılında ‘Kanun Namına’ filmi ile Türk sinemasını ilk kez tiyatro dekoru dışına çıkardı ve sinema ile tiyatroyu birbirinden ayıran ilk yönetmen oldu. Yani bu şu demek: 1952’ye kadar sinema Türkiye’de ayrı bir sanat dalı olarak görülmüyordu. Akad, bu sanat dalının Türkiye’de doğmasına vesile oldu.

O, sinemayı sahne setlerinde deneme-yanılma yöntemi ile öğrenen bir üstad. Çünkü kendisini yetiştirebilecek bir yönetmen o tarihlerde henüz Türkiye’de yok. Hatta kendisine Türk sinemasında ‘ustası olmayan usta’ desek hiçte yanlış olmaz. Kendisi 2011 yılında, 95 yaşında hayata gözlerini yumsa da yetiştirdiği ekol hâlâ Türk sinemasının baş yapıtlarını vermeye devam ediyor.

Türkan şoray, İzzet günay, Erol taş, Hülya Koçyiğit, Yılmaz güney gibi isimleri yüzlerce filmde yüzlerce rolde görebilirsiniz. Fakat Akad filmlerinde diğer filmlerde gördüğünüzden daha özverili biraz daha farklı rollerde seyredersiniz. Hatta seyrederken şunun farkına varırsınız: Akad, adeta oyuncuların içinde var olan oyunculuk kumaşını ortaya çıkarır. Hülya Koçyiğit’i izledikten sonra onu abuk subuk rollerde oynatan yönetmenlere kızarsınız.

Yılmaz Güney, Ayhan Işık gibi isimler Akad’ın rahle-i tedrisinden çıkan birkaç örnek olsa da yönetmen bazında bugün ekolünü bir adım daha ileriye taşıyan yönetmenler var. Zeki Ökten ve Yavuz Turgul bizzat Akad’a öğrenci olmuş, ekolünü ve Türk sinemasını bir adım ileriye taşımış yönetmenler. Zeki Ökten’in yetiştirdiği Zeki Demirkubuz ise izleyiciyi ekrandan içeri çekip alan, anlattığı hikayenin ortasına bırakıp, karakterlere arkadaş yapan adeta bir focalization ustası. Ve bence sinemaya bu yaklaşımı Ömer Lütfi Akad’ın elinde ki teknoloji ve imkanlarla ulaşmak istediği yerdi. Gelinen nokta da Akad’ın öğrencisinin öğrencisi bunu başarmış oldu. Toplumsal gerçeklik ekolünün sinemamızda geldiği nokta Dünya’da ki diğer örneklerinin çok çok önünde. Bu yolu açan ve yönetmenler yetiştiren Akad, bu başarının yolunu açtı

Ercan Kesal’ın Cin Aynası kitabında Akad ile alakalı okuduğum şu bölümü sizlerle paylaşmak isterim. Kitap elimde bulunmadığı için hatırlayabildiğim kadarını sizlerle paylaşacağım. Ömer Lütfi Akad, zoom yapabileceği merceği ilk defa “Zümrüt” filminde, bir kameramanın elinde görür. Filmde çok çok az da olsa kullanmasına rağmen bu mercekle ilgili düşünceleri şöyledir: ” hareketi ‘zoom’la sağlamak sinemacılık değildir. Olur olmaz yerde kullanıyorlar. Bir nevi şantaj oluyor seyirciye. Adam para ödemiş, iyi niyetle gitmiş sinemaya, karanlıkta bir koltuğa oturmuş bir tek yer aydınlık… ister istemez oraya bakmakta… Yani her şeyiyle teslim olmuş bir insana şantaj yapmak çok ayıp. Bu, adamın iyi niyetini kötüye kullanmaktır…”

140 dakikayı tamamlayacağız diye çekilen uzun ve anlamsız bakışmalı diziler düşünüldüğünde Akad’ın ne kadar ileri görüşlü bir yönetmen olduğu bu sözleri ile gün yüzüne çıkıyor.
Kıymetli arkadaşlar, sizlere Edebiyat ve sanat arasındaki ilişkiyi anlatmaya çalışıyoruz. Dilerseniz Akad’ın bir röportajında bu ilişkiye nasıl baktığına şahit olalım.

Kurtuluş Kayalı : Siz zaten edebiyat uyarlamalarına yaklaşımınızı beyaz mendil filmi üzerine söylediğiniz ”beyaz mendil”in ilk yarısı Yaşar Kemal’in bir cümlesidir” sözüyle ortaya koydunuz.

Ömer Lütfi Akad : Evet, o cümle de şuydu : ”günlerce durup dinlenmeden uzun uzun peşlerinden gittiler.” zaten sinemada edebiyat uyarlaması demek bir anlamda tercüme demektir. Tercümeden bir dilden bir dile çeviri anlaşılmamalıdır. Çince bir metinde ”pencereden baktı” sözcüğü başka bir dile de ”pencereden baktı” diye tercüme edilir. Ama sinemada ”pencereden baktı”nın tercümesi belki bir çiçektir belki de bir kedi, iskemledir. Sinemada şöyle bir uyarlama hatasına düşülüyor. ”pencereden baktı” sözcüğü ”pencereden bakan adam” olarak görüntüye dönüşüyor. Böyle olunca sinemasal bir tehlike söz konusu oluyor.

Vesikalı Yarim Filmi Üzerine

-Niye geldin, gelmeyecektin.

-Geleceğimi biliyordun ama, nedir istediğin ?

-Bilmem, sıkıldım belki yetti belki, her birimiz yolumuza gitsek.

-Yolumuz ?

-Öyle.

-Birleşti biliyorum.

-Yok, birleşecek gibi değil, benim yolum başka seni tanıdıktan sonra anladım bunu. Sevgi de yetmiyormuş çok eskiden rastlaşacaktık.
Şüphesiz Vesikalı Yârim deyince akıllara gelen ilk replik şudur: ’sevgi de yetmiyormuş çok eskiden rastlaşacaktık’. Bazı filmler vardır, film unutulsa da replikler akıllarda kalır. Çünkü replik, ya da bir cümle o filmin özeti gibidir. Bunu başarabilen çok az sayı da film vardır. Bu filmde onlardan biri… Bir de bu repliğin geçtiği sahneyi çıkmaz bir sokakta çekmekte sanırım kalıcı olmasında ayrı bir etken…
Tabii ki film o dönemde çekilmiş kült Avrupa filmleriyle rekabet edecek kadar iyi değil fakat Yeşilçam’ı baz alacaksak kalibresinin çok üstünde bir film. Seri halde filmin üretildiği, aynı örnek tiplemelerin fütursuzca yeniden ve yeniden ele alındığı, şablon hikâyelerin önceden belirlenmiş kalıplar içinde kodlandığı, iyi ile kötünün ezeli rekabetinin sergilendiği ikameci Yeşilçam’da böyle bir filmin çekilebilmiş olması Türk sineması için bir olay (ya da milat) sayılmalıdır. Özellikle de 1960’lı yıllar açısından İstanbul kültürünün aktarılması bazında muazzam bir eser. Ayrıca bu film sinema tarihimiz açısından da bize ilkleri sunuyor. Bu filmle birlikte Türk sinema tarihinde ilk kez bir film için müzikler yapıldı ve filmde kullanıldı. Özellikle filmin ilk yarısı kullanılan müzikler kusursuz ikinci yarı için aynı şeyi söyleyemesekte…
Türk sineması için bu filmi değerli kılan bir başka ölçüt ise filmde söze dökülmeden seyirciye aktarılabilen çok fazla duygu var. Bunu yapabilen film sayısı çok azdır. Bunu 1968’de yapmak ise çok büyük başarıdır. Yeşilçam’da bunu başarabilen film sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bunu başarabilmek için birçok unsurun bir araya gelmesi gerekir: çok iyi senaryo, mükemmel oyuncular, işini ve yaşadığı toplumu çok iyi bilen yönetmen…

Göze çarpan başka bir detay ise filmde karakter dönüşümlerinin izleyicinin gözüne sokulmadan gerçekleşmesi. Filmin genel işleyişinin bu dönüşüm üzerine şekillendiği düşünülürse, filmi başarılı kılan unsur da ortaya çıkmış oluyor. Hikayenin aldığı virajları izleyici hissedemiyor bile. Kapılıp gidiyor filmle beraber. Örneğin başlarda Sabiha’nın o bıçkınlığı. “işi” gereği yürüttüğü ve karakterine işlediği o erkeksi kabadayılık filmin sonunda neye dönüşüyor?. Halil, delişmen Halil, geleneklerine, İstanbullu olsa da Anadoluluğuna, örfüne, suyuna düşkün Halil’in dönüşümü, o ilk çarpılmadan sonra hapishane dahil nerelere düşmesi! O zaman demek ki ‘Vesikalı Yârim’in farkı hikayeyi nasıl anlattığında değil midir? Bizim Edebiyatta varmak istediğimiz nokta da bu değil mi? Herkesin çok yakından tanıdığı duyguları herkesten farklı imgeler ve cümlelerle anlatmak… Türk sinemasında bile binlerce bu filmin senaryosuna benzer filmler var. Fakat anlatımın farklılığı, özgünlüğü, duruluğu, sadeliği değil midir bu filmi değerli kılan?
Akad filmlerinde mutlak iyi ya da mutlak kötü yoktur. Akad bu yorumu seyircinin kendisine bırakır. Elbette filmlerinde kötü karakterler vardır fakat seyirciye onu kötü yapan oluşumları anlatır ve gerçekten kötü biri mi diye size sorgulatır. Aynı şey ‘iyi’ler içinde geçerlidir. Bunu bu filmde nasıl anlattığını irdeleyelim.
Bir sahne de yanağındaki beniyle, boncuk gözleriyle, sarı, uzun saçlarıyla ışıldayan Sabiha, evin içinde ayaktadır. Her zamanki gibi melankolik bir ruh hali içerisindedir ve ansızın gözlerini objektife diker (seyirciye bakar).

Başka bir sahne de Halil, hapishanenin demir parmaklıklarının gerisinde tıpkı sevgilisi Sabiha gibi hüzünlüdür. Başı öne eğiktir ve ansızın başını kaldırıp objektife(seyirciye) bakar.

Ömer Lütfi Akad, Yeşilçam’da pek rastlanmayan bir manevrayla başkarakterlerini birer kez seyirci ile tanıştırır; aslında pasif seyirciyi bu iki umutsuz âşık karakteri anlaması yönünde telkin eder. Onları anlamamız için gene karakterler vasıtasıyla bize mesaj gönderir. Ama zaten bunu hikâyenin başında yapmamış mıydı, yani bizi onlarla tanıştırmamış mıydı? Niçin özdeşleşme (identification) kuralını delen böyle bir manevraya gerek duymuştur?

Cevabı aşikârdır: yasak aşkın bu iki öznesini, hataya düşüp günaha boyandıkları için reddetmememizi, onları yüreğimizin en derininden anlamamızı ister. Aşk üçgeni içerisindeki varlıklarını yeniden gözden geçirmemizi ister. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse; sevmek insanın aynada kendisine bakmasıdır. Akad’ın çıkışsız kahramanları Sabiha ve Halil esasında seyirciye bakarak bir anlamda aynaya bakmışlardır. Bu bir Türk filminde kurgulanmış en muhteşem ânlardan birine tekabül eder. Ve şunu düşünürüz: aslında Sabiha ve Halil içimizden, bizden biridir.

Son olarak tabii ki bu filme sanatı bir kenara bırakıp binlerce eleştiri getirebiliriz. Yasak aşk, filmin çoğunun geçtiği meyhane sahneleri, Halil’in medeni durumu, kadına şiddet…. Bu liste uzar gider. Tabii ki eleştirmek en doğal hakkımız fakat şunu düşünmek lazım diye düşünüyorum: ‘yasak aşk’ temalı bu filmde yönetmen özgünlükle, durulukla, imgelerle öyle bir hikaye anlattı ki bu dünyaya uzak olanlar bile kendini bu hikayenin içinde buldu. O zaman bizler de Edebiyat adına bunu yaparsak kendi dünyamızda olanları bizim dünyamızdan olmayan insanlara neden anlatamayalım? Yeter ki sanatı evrensel dil de sunmayı bilelim…

alnımdaki bıçak yarası
senin yüzünden;
tabakam senin yadigârın;
“iki elin kanda olsa gel” diyor
telgrafın;
nasıl unuturum seni ben,
vesikalı yârim
orhan veli